İnsan şehirde yürürken yalnızca adımlarını değil, geçmişini ve geleceğini de taşır. Bir galeriye girerken aslında kendimize yaklaşırız; duvardaki her fırça darbesi, bilinçaltımıza atılmış bir selam gibidir. Sanat, çoğu zaman büyük salonlarda ya da küratörlü sergilerde karşımıza çıkar sanırız ama asıl büyüsü, boşluklarda büyür.
Metroda karşımızdaki kadının kulaklığından taşan melodide, bir kafede otururken duvarda unutulmuş bir eskizde, bir çocuğun tebeşirle kaldırıma çizdiği güneşte... Her biri, sıradanlığa fısıldanan sanatın ta kendisi değil midir?
Kültürün yalnızca müzelerde değil, sokakta, pazarda, dijital ekranda da şekillendiğini görmek; sanatın artık sadece seçkinlerin değil, herkesin nefes aldığı bir alan olduğunu kanıtlıyor. Bu da bizleri sanatın “boşluk”larını değil, “bütünlük”lerini konuşmaya itiyor.
Belki de şimdi yapmamız gereken, sadece izlemek değil; durmak, hissetmek ve o boşlukta büyüyen sanatı fark etmek…
Çünkü bazen bir sessizlik, en yüksek notadan daha fazlasını anlatır.
Bu yazıya henüz hiç yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!